>

DİĞER HABERLER

Bir loft hayaliyle yanıyor gönlüm

İşim gereği bir çok residence, villa ya da uydu kent geziyorum fakat bir loft hayaliyle yanıyor gönlüm...
 
   
 
 
     
Bundan iki-üç hafta önce Bahçeşehir namıyla bilinen Allah’ın unuttuğu bir dağda çekime gittik.
Dizi dizi gökdelenimsi binalar, kimyasal bomba atılmış da terkedilmiş gibi duran villalar, ahmak ıslatan bir yağmur ve kuru soğuk... ışıl ışıl bir günde başlayıp sonrasında kabusa dönen korku filmleri platosunda hissettim kendimi...
...hani mümkün olduğunca gerçektik, soğuk yanaklarımıza bir bıçak gibi batıyordu, yağmur tepemize tepemize yağıyordu ama çevremizde hep bir film platosundaymışız hissi...
Gittiğimiz villanın giriş katında devasa bir salon, mutfak, minik bir oda, üst katında biri çocuk, biri ebeveyn yatak odası olmak üzere toplam dört yatak odası üç banyo, alt katında ise havuza sıfır bir salon ve bir mutfak daha ve yine odalar, banyolar falan filan...
Güneşli bir günde çekime gelsek farklı mı olurdu acaba? Paltolarımızı çıkarmamıştık. Fotoğrafçım;
“Bir kez Turing’in misafirhanelerinden birini çekmiştim. Bina ısınmıyordu ve eldivenlerle çekim yaptık, en azından şimdi eldiven takmıyoruz” diyerek durumu kurtarmaya çalışıyordu. Tek bir havuzun çevresine toplanmış villalara baktım pencereden... Her şey düzenlenmişti fakat ufuk unutulmuştu. Villaların arkasındaki dazlak tepeler görüntüyü bozuyordu.
Dönüş yolunda “sen bu villada yaşar mısın?” diye sordu fotoğrafçım.
Valla ne yalan söyleyeyim, ne kadar lüks, ne kadar büyük olursa olsun asla bana göre değildi, yaşamazdım. O da benimle hemfikirdi. Şehrin bu kadar dışında, soğuk mu soğuk bu Allah’ın dağında yaşanmazdı.
Oysa biz çekimi yaparken evi görmeye gelen bir kokoş “Ah ne kadar harika, ne şirin ne şirin...” diyerek geziyordu evi.

Malum bayramın üçüncü günü ise sevgilimin bir arkadaşının evine, mangal partisine davet edilmiştik. Çocuk hem diver hem de off roadçuydu. Beşiktaş’ın göbeğinde oturuyor demişti sevgilim; “Evi de biraz büyüktür.”
Kabalcı Kitabevi’nin bir iki bina ötesinde bir ara sokaktan girdik binaya. İstanbul’un Beyoğlu’ndan yabancı olmadığım döküntü binalarından biri daha karşımdaydı. Dördüncü kata çıktık, zili çaldık. Minik bir holde çıkarttık ayakkabılarımızı, ısı kaybı olmasın diye kapı yarı yarıya stor perdelerle kapatılmıştı. Storu kaldırdık ve karşıma çıkan manzara müthişti.
70-80 metrekare büyüklüğünde dikdörtgen bir salon vardı karşımda. Sol kolda bir Amerikan mutfak, hemen karşısında tavandan aşağı sarkan kum torbası ve cam kenarına yerleştirilmiş minik bir bilgisayar masası-dizüstü bilgisayar...
Evin ortalarına denk gelen bölüm oturma birimi olarak döşenmişti. Televizyon, koltuklar ve sofa bir-iki cm’lik büyük doğaltaş kaplamalarla parke zeminden kot farkıyla ayrılmıştı. Sağ köşede de sobanın yanına yerleştirilmiş bir hamak ve yer minderleri ile hoş bir köşe yaratılmıştı.
Bir köşeye off road yarışlarında kazandığı kupaları dizmişti. İki devasa resim duvarları süslüyordu ve en görkemli şeyi sona sakladım. Her biri 2.40 eninde üç tane kemerli pencere bir caminin kubbelerini, gökyüzünü ve martıları adeta evin içine taşıyordu. Salona resmen aşık oldum. Kirli pencerelere bir bordür oluşturan kırmızı, sarı yeşil renkli camlar 100 yılı aşkın bir süredir oradaydı.
Ev bu kadardır diye düşünürken arkadaki üç büyük odayı ve evimin bir odasına bedel banyoyu görünce kendimi hamağa atıp hayaller kurmaya başladım.
“Burada nasıl yaşanır, nasıl ısıtılır, camlar kapatılmadan nasıl bir çözümle mekan daha sıcak hale getirilir? Sonra evin ortasında nasıl karate yapılır, parti verilir, koltuk takımım burada nasıl durur?”
Sadece dekore etmek değil, bir loftu loft gibi yaşamanın da tadını partinin ilerleyen dakikalarında gördüm.

Devam edecek...

Mürsel Sezen
msezen@boyut.com.tr



Favorilerinize ekleyinAnasayfaya dönPaylaşın
cosmoturk önerisi
GÜNLÜK FALINIZ
HAVA DURUMU
Anket
Aşk mı, Para mı?
Aşk
Para
>