>

KÖŞE YAZILARI | ÇİSEM SOYLU

Bu Gitmeler Gitmek Değil

Gecenin bir körü, saatten habersiz… Akıp giden zamanın pençesinde kıvranıyor ama çaresi yok. (Çisem Soylu)
 
   
 
 
     

Gecenin bir körü, saatten habersiz… Akıp giden zamanın pençesinde kıvranıyor ama çaresi yok. Bu sancıyı yaşayacak, küf kokuları içinde ölecek belki de. Etrafına biraz daha dikkatli baktığında halinin haraplığını bir kez daha fark ediyor, ediyor etmesine ya çaresi yok. Ağzında kekremsi bir tat, dudakları kurumuş, kanamış. Bir su içeyim deyip yöneliyor mutfağa ama bir solukta ulaşmak ne mümkün. Ayağına takılanlar sadece içki şişelerinin beraberinde anılar aslında.

Babası öldüğünde şu kahverengi kanepede ağlıyordu, orada sarılmıştı ona. Yazın ortasında grip olduğunda yine aynı yerde yatıyordu “Üşüdün sevgilim” deyip orada örtmüştü üzerini, saat başı ateşini ölçüp yemenin mümkün olmadığı bir de çorba yapmıştı. Orada iyileştirmişti onu on gün kadar sonra. İlk kavgaları aynı koltuktaydı, ardından gelen ilk tutkulu sevişmeleri de. İlişkileri o koltukta büyümüştü onlarla birlikte. Başladıklarında iki küçük çocukken bir küçük kadın ve bir küçük adam oluvermişlerdi. Şimdiyse ayağına takılan içki şişelerinin ardındaydı hayat, yaşadıklarının gölgesinde. Elinde bir kuru not kâğıdı, yazmak istiyordu. Cümleler kurmak en afilisinden ama nafile. Mümkün değil…

Ağzı bozuk yalnızlık dedikleri bu olsa gerek, çünkü aklından geçen cümleler hiç edepli değil. Genel itibariyle pek edepli biri sayılmaz fakat bu defa başka. Bu defa su içmek isterken gömüldü yalnızlığa. Fazla uzadı bu iş. Bir noktadan sonra alışmak gerek gidişlere. Üstelik yalnızlığı seçen oydu. Bakmaya kıyamadığı adamın sevgisinde boğulan, onu iten, gitmeye zorlayan oydu. İlişkilerinin kürtajına sebep yine oydu ya en az giden bebeğine duyduğu özlem kadar yoğundu bu, bu adını koyamadığı şey. Kızının adı toprak olacaktı. Toprak gibi bereketli, yağmur sonrasında mislere bürünen, kimi zaman kurak gibi zaman ılık. Olmadı, düşünmenin ağırlığı fazla geldi. İçinde günden güne büyüyen bu canla yaşaması pek ihtimalli değildi. Ona sormadı bile, bebeklerini gönderirken bu vazgeçişten haberi bile yoktu. Eve bir çift minik beyaz patikle geldiği akşam öğrenmesi de pek iyi olmamıştı doğrusu. Üstelik patiklerin küçük pembe kurdeleleri de vardı. “O gitti” dediğinde yine aynı koltuğa yığılıp kalmıştı. Birkaç gece uyuyamadı, biraz ağrı, bolca vicdan azabı, sonrası çöküş. Filmlerde gördüğü gibi küçük bir kız çocuğu girmemişti rüyalarına, bu rahatlatıcıydı. Bu vazgeçişin ardından içten içe duyduğu pişmanlık ve reddetme yorgunluğu bitirmişti onu yudum yudum…

Şişelerin üzerinden son bir kuvvetle atlayıp mutfağa ulaştı. Ulaşmasa daha iyiydi galiba. Gördüğü manzara en az kendi hali kadar içler acısıydı. Bir hafta önce yedikleri o son yemeğin kalıntıları halâ mutfaktaydı. Lavaboda oluşan koku intihar sebebi olacak türdendi. Bir iki damla yaş aktı gözlerinden. “Mutfağın bu hali sinirlerimi bozuyor” oldu kurduğu tek cümle. Gidişinden sonra yaptığı kekler, çörekler kurumuş kalmış, oldukları şeyden çıkıp başka bir hale bürünmüşlerdi. Kendi kendine söylendi “Fazla uzadı bu iş” Mutfak önlüğünü be bulaşık eldivenlerini takıp işe koyuldu. Bir eksik vardı bu temizlik seansında; müzik. En sevdiği radyonun en sevdiği programı başlamıştı, gülümsedi. Tahmin ettiğinden daha yorucu olmuştu. Günler sonra ilk defa ilaç almadan uyuyacaktı bu gece, kollarında ovalanan lavabonun, fayansların ağrısıyla. “İşe koyulmuşken bitirmek gerek” dedi ve oturma odasına yöneldi. Kahverengi kanepenin üzerindeki peçeteleri, şişeleri ve izmaritleri temizledi. Halı sevmemesi süpürülecek bir zemin olmadığı anlamına gelmiyordu. Yerdeki ufak kilim adeta rengini kaybetmiş, şarap kırmızısı ve kül karışımı bir tona bürünmüştü. Bir saat kadar sonra kitaplığın başında buldu kendini. Tüm kitapları tek tek indirmiş tozunu alıyordu. Toz almaktan ziyade, sevgiyle okşuyordu sanki. Bir kitaba takıldı kaldı, Cemal Süreya – Sevda Sözleri. Bu kitabı aldığı günü hatırladı, sonra da tanışma hikâyelerini. O eski sahafta sayfalarını koklarken omzunun hemen ardında bir ses; “Ayışığında oturduk, bileğinden öptüm seni” Şaşkınlıkla arkasını döndüğünde bir çift gözdü onu karşılayan, karanlık, simsiyah. Devam etti; “Sonra ayakta öptüm, dudağından öptüm seni. Kapı aralığında öptüm, soluğundan öptüm seni” ve gülümsedi; “Sayım, mutlaka okumalısınız” dedi ve gitti. Ardından bakakalmak dedikleri bu olsa gerek. Kitabı alıp Galata kule dibindeki çay bahçesine gitti, bir çay söyleyip okumaya koyuldu. Nereden başladığını bilemedi ama okuduğu ilk şiir Sayım değildi. Henüz zamanı değil dedi ve devam etti. Birden tanıdık bir ses belirdi ardından “Ayışığında oturduk, bileğinden öptüm seni” döndü ve gülümsedi. Adam sandalyeyi çekip yanına oturdu, bir çay söyledi ve sordu “Oturmamın bir sakıncası yoktur umarım” Çay getiren yaşlı amcaya adıyla hitap ediyordu, adam çayı getirdiğinde “Oooo, Deniz Bey oğlum, kaç zamandır nerelerdesin, özlettin yahu” dedi merakla. “Geldim Cemil amca, buralardayım artık.” Bu samimi tanışıklık hoşuna gitmişti, bir de gözlerindeki gülümseme… Normal şartlarda biri gelip masasına otursa ciyak ciyak bağırıp onu doğduğuna pişman ederdi ama bu defa bir şey yapamamıştı.

Biraz durup düşündü, o an masadan kalkıp gitseydi ne olurdu. Silkinip kendine geldi, pişmanlık yoktu içinde ona dair. “İyi ki” lerle doluydu içi, ona dair güzel şeylerle. Gel gör ki bunca güzellik fazla gelmişti. Sevişmek yetmiyordu ona, aşk yetmiyordu. Mücadele gerekliydi, kimi zaman kavga, kimi zaman ayrılıklar. Normal kadınların uğrunda öleceği bir adama, bir kez daha öleceği bir ilişkiye sahipti ama olamadı, olduramadı…

Her neyse… Daha fazla düşünmeye hacet yoktu. Karar ortadaydı, kırdığı kalem en çok kendi eline batmıştı ama farkında değildi. Kitapların tozunu almaya devam etti, içinden usul usul tekrarlayarak “Kapı aralığında öptüm, soluğundan öptüm seni”


ÇİSEM SOYLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER

 

Diğer yazıları liste halinde görmek için tıklayın >

Favorilerinize ekleyinAnasayfaya dönPaylaşın
cosmoturk önerisi
GÜNLÜK FALINIZ
HAVA DURUMU
Anket
Aşk mı, Para mı?
Aşk
Para
>