>

KÖŞE YAZILARI | NEMZA SİNANOĞLU

Zaman….

14 yaşımdan beri onlarlaydım, parmaklarım en güzel melodileri yakalamak için... (Nemza Sinanoğlu)
 
   
 
 
     

Ankara’da başlayan hayatım, konservatuarı bittirdikten sonra İstanbul’a taşınmıştı. Bunun en başlıca sebeplerinden biri, çok sevdiğim iki hocamın burada bir okul açması ve beni aralarında görmek istemeleriydi. Ben, hayata yeni adımlarını atmaya yeltenen bir gen ç kız olarak, bu teklifi değerlendirme gibi bir lüksümün olduğunu düşünmeden, kabul etmiştim.

14 yaşımdan beri onlarlaydım, parmaklarım en güzel melodileri yakalamak için hep onlarla dans etti ve büyüdü. Bazı zamanlar ailemden daha çok onlarla vakit geçirmiş ve hatta hayatımı bölüşmüştüm.

Piyano bir emek işiydi, fedakarlık ve bir şeyi bencilce sevme biçimiydi….

Mezun olduğum bu okuldan, Ankara’dan şimdi en güzel biçimden ayrılıyordum. İstanbul’daki sanat okulunun açılışı için çalışmalar sürerken bende ailemle son günlerimi değerlendiriyor ve yaz tatilinin tadını çıkarıyordum. Heyecanlıydım, yeni bir hayat, yeni bir şehir ve ortam.

Ağustos sonuna doğru İstanbul’a gönüllü yerleşmiştim. Burası ilk başta Ankara’ya göre, kalabalık ve kargaşalı gelmişti ama zamanla bunu da yenmiş ve İstanbul adlı bu güzel kıza ayak uydurur olmuştum.

Okulumuzda kayıtlar başlamış, belirli yaş gruplarına göre sınıflarımız açılmış (bale, piyano, modern dans) gibi bölümlerle öğrencilerimize eğitimler vermeyi amaçlamıştık.

Eylül ayı geldiğinde, artık biz derslere giriyor ben ilk etapta hocalarımın asistanlığını yaparken, bir yandan da “yeni başlayanlar” sınıflarına derslere giriyordum.

Bu yeni hayatımda en zor zamanlarım, ailemi özlediğim anlardı. Onlarla sık sık telefonla konuşuyor, hayatımızda bu ilk uzak kalışlarımızı bu şekilde telafi etmeye çalışıyorduk.

Nasıl geçtiğini anlamadan yeni yıl gelmişti. Biz günden güne öğrenci kadrosunu genişleten ve deneyimli hoca kadrosuyla adından söz bir kurum haline gelmiştik.

Hayatım okul-ev arası geçiyor, enerjimin çoğunu mutlu olduğum yerde harcadığım için de bir mutsuzluk yaşamıyordum.

En büyük sıkıntım hala hocalarımla aynı evi paylaşırken, yaşadığım mekanı benimseyememiş olmam ve rahat davranamamamdı.

Hocalarım her türlü ilgili, rahatlığı bana sunarlarken, ben de haklı olarak yılların vermiş olduğu öğrenci-öğretmen ilişkisini bir turlu kaldıramamaktan dolayı kasılmaktaydım.

Şubat ayı ortası gibi, okulumuza bir veli gelerek kızına özel ders aldırmak istediğini dile getirmişti. Biz, yani kadromuzda hiç kimse böyle özel derslere gitmiyordu.

Veli evinin uzak olduğunu, evde özel derslerin daha faydalı olacağını söylüyor ve bu kurumdan sizin gibi hocalardan çocuğunun yararlanmasını istediğini dile getiriyordu.

Anladığım kadarıyla ev Silivri tarafında bir yerdeydi, bu derslere gidecek olan öğretmen baya bir zorlanacaltı.

” Acaba kimi seçecekler ? “diye kendi kendime soru sorarken, Ayla hocam bana dönerek, bu yeni başlayacak öğrenci için derslere sen gitmelisin Elif’cim demişti. Ardından da eklemişti; bu senin için de yayarlı olacaktır. Hem özel ders vermek, öğrencilerle birebir ilişkilerinde seni geliştirecek, hem de sana maddi olarak iyi bir gelir sağlayacaktır.

Bu düşünceme ne dersin ? sorusuna, tamam hocam haklısınız cevabını vermiştim.

Ertesi hafta derslere başlamış, beni okuldan gelen özel bir araba alıyor ve öğrencinin yaşadığı eve götürüyordu.

Tanıştığım küçük hanımefendi on bir yaşındaydı. Piyano’ya olan ilgisi beklediğimden daha umut vericiydi. Babasının tek çocuğu olan bu güzel kız, belli ki bir dediği iki ettirilmeyen bir hayat sürüyor, fakat buna karşın, terbiyeli ve görgülü hareketleriyle benden tam not alıyordu.

Adı Zeynep’ti. On bir yaşında, Annesini çok küçükken kaybetmiş ve babasının varı yoğu olan bu kız, bu saray yavrusu evin prensesiydi.

Çok iyi anlaştığımız Zeynep ile artık abla kardeş gibiydik. Derse başlamadan bazen ders aralarında, aklına takılan veya varsa sıkıntılarını benle paylaşıyor hatta zaman zaman birbirimize sırdaşlık yapıyorduk.

Babası işi dolayısıyla, akşam saatleri eve gelebiliyor, zamanını kızına ayıramadığı için üzüntü çekiyordu. Zeynep, pamuklara sarılan, çok fazla dış dünyaya çıkarılmayan, okul-ev arası hayat süren bir çocuktu.

Zeynep’in ısrarlarıyla derslerimiz haftada üç güne çıkarılmıştı. Okuldaki yoğunluğumla, gece bitten bu ek dersler beni fazlasıyla yorsa da, Zeynep’in gözünde gördüğüm bu ilgi ateşi ile derslere devam etmek zorundaydım.

Bazı akşamlar, ders sonlarında oluşan sohbetler, yemeğe kalmalar ve durum değerlendirmeler ile gece çok geç saatlerde evime gelmiş oluyordum.

Zeynep iyiden iyiye, piyanoya merak salmış, ne veriyorsam eksiksiz çalmaya çalışıyor ve gün geçtikçe de bu işte başarıya ulaşıyordu.

Yeni oluşumlarımızdan biri de, onu konservatuar sınavına hazırlamaktı. Babasıyla konuşup onay alan Zeynep, kazanırsa yarı zamanlı olarak da piyano bölümünde okuyacaktı.

Yoğun geçen ders günlerimizin bazılarında, ben artık evime dönmüyor ve Zeynep’lerde kalıyordum. Ertesi sabah ya şoför ya da babası işe giderken beni de okula bırakıyorlardı.

Genç olmasına karşı, kendi halinde, işinde olan biriydi Demir bey.

Biz var gücümüzle sınava gününe hazırlanırken, geldi çattı o gün. Kapıda tüm aile onun çıkışını bekliyorduk. İnanıyordum Zeynep’e , başaracaktı, fakat tabi ki hepimizde heyecan doruktaydı.

Sınavdan çıktığında, Zeynep ilk benim kucağım atlamış ve “sanıyorum başardım” öğretmenim demişti.

Evet başarmıştı, sınavı geçmiş ve artık o bir konservatuar öğrencisiydi.

Bu sonuçla Demir bey hepimizi bir yemeğe çıkartmış ve bunu kutlamıştık. Ayrıca Zeynep’e babasının bir süprizi daha vardı, çok istediği Paris gezisi için rezervasyon yaptırmıştı.

Bir sohbetimizde benim de görmediğim ve görmeyi çok istediğim bir şehir olan Paris’i Zeynep babasına dile getirmiş ve bu doğrultuda Demir bey de, bu tatil organizasyonunu yapmıştı.

Yemekte bir ara bana dönerek, “bu gezi içinde siz de varsınız Elif hanım demişti”. Ama nasıl olur, kabul edemem sözlerini ağzımda gevelerken, yarın vize işlemleriniz için verdiğim adrese gidin lütfen diyerek sözümü kesmişti.

Zeynep bu haber ile havalara uçuyor, babacım diyerek Demir beyin boynuna sarılıyordu.

Demir bey tekrar bana dönerek; bu başarıdaki en büyük pay sizin. Siz Elif’in sadece hocası değil, en yakın arkadaşısınız da. Zeynep psikolojik olarak da çok mutlu, bir yere kadar ona yetebiliyorum. Satın alamayacağımız ve bir babanın veremeyeceği şeyler var maalesef bu hayatta, diyerek beni övgülere boğmuştu.

Günlerden cumartesi gecesiydi ve Pazar günü benim tek boş olduğum gün ve o pazar Zeynep’in doğum günü hatırına o gece onlarda kalmıştım.

Sabah uyandığımızda hep beraber, at çiftliğine gitmiş ve babasının Zeynep’e olan hediyesini görmüştük. Bu çok güzel bir taydı. Adı ne olsun diye sorulduğunda Zeynep hiç düşünmeden “Elif” demişti.

Tayın adı artık “Elif’ti”…

Ben o gün bir de Demir beyin başka yüzünü görmüştüm. O ağır hali yerine, gülen gözleri, iş adamlığından sıyrılmış kıyafetleri ile bambaşka biriydi sanki.

Kulüpte çok fazla arkadaşı vardı, ben Zeynep’le ilgilenirken o masadan masaya çocukluğundan beri arkadaş olup at bindikleri çevresiyle sohbetler ediyor, şakalaşıp gülüşüyorlardı.

Akşama doğru bir saatte oradan ayrılırken, bizde kalın bu gece de misafirimiz olun sözü çıkmıştı Demir beyden. Birden afallamış, Zeynep’in “nolur, nolur” çığlılarıyla peki demiştim.

Gece akşam yemeği yenmiş, herkes odalarına çekilmişti. Ben bir türlü uyuyamıyor ve ne kadar zorlasam da kendimi uykuya dalamıyordum.

En sonunda kalkıp, biraz salonda vakit geçirmeye kara vermiştim. Salona indiğimde Demir bey orada, camın önündeki koltuğunda oturmuş bir şeyler içiyordu. Onu gördüğüm anda, hemen yukarı çıkmaya doğru yönelmişken, “lütfen buyurun, Elif hanım” sesi beni alı koymuştu.

Uyku tutmadı özür dilerim derken, “biliyor musunuz, siz bu evde kaldığınızda benim de içim huzurla doluyor” cümlesi çıkmıştı ondan. Nasıl, anlamadım diyerek afallarken ben, “bugün Zeynep’ten daha çok ben istedim kalmanızı bu evde” siz olunca, daha düzenli daha ışıklı sanki bu ev. Yaşanmışlık , monotonluktan uzak bir havaya bürünüyor sanki burası sözlerini eklemişti. ardından.

Bir şeyler içer misiniz ? diyerek sormuş ve sizin aldığınızdan diyerek, havadan sudan sohbetlere dalmıştık.

Saat sabahın kaçıydı bilmiyorum, ben kendimi oturduğum berjer de uyuya kalmış bir halde bulmuş ve Demir beyin odasına giderken üzerime bir battaniye örttüğünü anlamıştım.

Evde çalışanlar iş başı yapmış, onlar bir hız sabah kahvaltısı hazırlar, günlük işlerini yapmaya başlamışken ben de odama çekilip işe gitmek için toparlanmaya koyulmuştum.

O hafta sonu Paris’e uçmuş, zeynep’in başarısı vesilesiyle hepimiz payımıza düşeni almıştık. Daha önce bu şehre birçok kez gelen Demir bey, avucunun içi gibi bildiği her güzel noktayı bize gezdiriyordu.

Birkaç akşam, Zeynep uyuduktan sonra da kısa şehir turları yapmış ve Paris’te gecenin en yakıştığı semtlere ayak basarak bana oraları da gezdirmiş olmuştu.

Aramızda küçük tebessümler ve sanki bir dostluktan daha başka yakınlaşmalar doğuyordu.

Yada bu sadece benim kuruntumdu…

Tatil bitmiş ve biz evlerimizin yolunu tutmuştuk. Güzel şeyler çabuk bitter derler ya, bu gerçekten de çabuk bitmişti.

-Zeynep bir daha gelir miyiz baba? Derken

-Eee tabi, daha burada her yeri gezmedik, daha neler var size göstereceğim derken, planlara beni de dahil ediyor. Hatta yaz için görülmesi gerek başka yurt dışı tatil organizasyonlar düşünüyordu.

Hafta içi bir akşam, kendi şirketlerinin organziasyonu olan bir yemeğe beni davet etmişti. Bu üst düzey yöneticilerinin, iş adamlarının geleceği bir davetti.

Şaşıdığım bu davet karşısında, bana emri vaki yapmış, akşam sekizde arabanın beni gelip alacağını söylemişti.

Tam saatinde gelen araba ile, ben davete gitmiştim. O gece beni şaşırtan en büyük olay, Demir beyin oturmam için yer olarak beni kendi yanına uygun görmesiydi.

Etrafta meraklı bakışlar, burun altından bana “siz Demir beyin nesi oluyorsunuz ?” gibi sorularla o geceyi bittirmiştim.

Maalesef çok eğlendiğim söylenmese de, Demir beyin gözünde yerimin ne denli önemli olduğunu, bana ayrılmış koltuktan anlamıştım.

O hafta içi, Zeynep hakkında sizinle bazı konuları konuşmak istiyorum “bahanesi” ile, ki bu bahaneyi gece sonunda anlamıştım, bir yemeğe çıkmıştık.

Gece gerçekten Zeynep hakkında konularla başlamış, ve birden bana çıkartılan bir yüzükle bir teklife dönüşmüştü.

Şaşkındım, hatta çok şaşırmış….

Size verdiğim değer çok büyük, kızım ise hayatımdaki en büyük varlık. O ise sizi kimseyle paylaşamayacak şekilde çok seviyor. Bende..

Diyerek cümlelerini noktalamıştı…

Ne diyeceğimi bilemez halde, biraz zaman istemiştim. Bu ciddi bir konuydu. Ortada Zeynep ve onun bana karşı duyduğu sevgi, babasını paylaşma durumunda başka şekle dönüşebilirdi. Evet evet en doğru karar zamana bırakmaktı.

Biz ders günleri evde aramızda hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor, diğer günlerde ise Demir beyle küçük flörtler ediyorduk . Bir ilişki yaşıyorduk ama ben sonunun ne olacağını bilmiyordum.

O biran evel düğün günü almamızı, artık evlilik içinde birbirimiz tanımamızı istiyor ve en yakın zamanda da ailen ile tanışmak istiyorum diyordu.

Bir gece, Demir’e yanımda gelen bir telefonla yerinden sıçramış, ama nasıl olur, niye daha önce bundan haberim olmadı gibi sözlerle, telefonda konuştuğunun bir kadın olduğunu anladığım bir konuşma gerçekleştiriyordu.

Yerinden kalkıp, toparlanmış ve benim acil bir yere gitmem gerekiyor diyerek yanımdan ayrılmıştı.

Neydi bu şimdi ?

Gece aradığım telefona çıkmamış ve geri de dönmemişti.

Sabah saatlerinde beni aramış ve işle ilgili şirkette bazı durumların gerçekleştiğini söyleyerek, konuyu kapatmaya çalışmıştı.

O gün okulda derslerime girerken, odadaki telefonum çalmış ve kapıda beni bir bayanın beklediği söyleniyordu.

İndiğimde daha önce tanışmadığım bu bayan, kendisinin Demir’in eski kız arkadaşı olduğunu, benim yüzümden ayrıldıklarını ve dün gece onun çocuğunu düşürdüğünü anlatıyordu.

Devamlı beni suçlayan tavırlarla, ben olmasam ilişkini devam edeceğini hatta çocuklarını dünyaya getirerek mutlu bir aile olacaklarını, dün gece tüm bu yaşananların benim yüzümden, yaşadığı üzüntüden dolayı olduğunu anlatıyordu.

Ben kadını dinlerken, aklım başka yerde geziyor ve ortasında olduğum bu durumdan biran evel nasıl çıkabileceğimi düşünüyordum.

Zeynep’e ne diyecektim, beynimde sadece bu soru yankılanıp duruyordu. Başak hiçbir şey umrumda bile değildi. Ona bir mesaj atarak, kısa bir süreliğine ailemin yanına gideceğimden bahsedip, derslerini ihmal etmemsini söylemiştim.

Hocalarımdan hemen izin alarak eve gitmiş, birkaç eşyamı çantaya koyarak Ankara’nın yolunu tutmuştum.

Demir ben yoldayken sürekli beni arıyor, mesajlara boğuyordu. Ben böyle bir durumun içinde olamazdım. Kaldıramazdım ve Zeynep’te artık çocuk değildi, benim yokluğuma zamanla alışacaktı.

İstediğim şeylerin, istemediğim hayallerle çakıştığı noktadaydım……

Sustum uzun süre sustum..

Ankara’dan dönmeme kararı aldım.

Oraya dönsem, mutlaka bir yolunu bulacak, Zeynep beni zorlayacaktı.

Uzaktan da olsa, uzun süre zorladı, hatta yaz atilinde benim yanıma geldi, beraber vakit geçirdik ve bitişinde de gitti.

Aradan zaman geçtikçe, kopukluklar, kesintili görüşmeler ve tabi ki yıllar giriyordu. Arayarak oluşan sohbetlerde her zaman dile getirdiğimiz özlemler ve bitmeyecek olan özel sevgi tabi ki bakiydi.

Zeynep artık on sekiz olmuş ve liseyi bittirmişti. Yılar ne çabuk geçiyordu. Daha dün gibi tanıştığımız ilk ders günü ve şimdi koskoca bir genç kızdı. Arayıp bana okulunu başarıyla bittirdiğini söylerken, gözlerinin beni aradığını, babasının ona bir sürpriz yapıp davet ederek getirteceğini umut etmiş olduğunu dile getiriyordu. Ardından ekleyerek, artık onun beni daha çok görme nedenlerinden birinin de, mezuniyet hediyesi olarak babasının ona araba aldığını söylüyordu.

Gelecekti elbette ve biz onunla hiçbir zaman ayrı kalmayacaktık.

O yaz hem bir iş hem de eski dostları görmek için İstanbul’un yolunu tutmuştum. Çok istemeyerek de olsa, yola çıkmıştım. Bu şehre yaklaştıkça, içimi bir tedirginlik kaplıyordu.

İzmit yoluna girdiğimde, trafik kilitlenmiş milim oynamıyordu kimse. Arabanın içinde oturmaktan sıkıldığım bir anda çıktığımda, ileride bir kaza olduğunu anlamıştım.

Biraz yaklaşayım derken, yürüdüğüm araçlardan kaza yapanın bir genç kız olduğunu, daha çok küçük olduğu gibi sözcükler duyuyordum. İçime garip bir his doğmuştu, tedirgin ve bir o kadar da cesaretsiz bakışlarla olay yerini her adımda incelemeye çalışıyordum.

İki adım sonra, savrulan eşyalardan biri gözüme ilişmişti, bu Elif’e aldığım cüdanın aynısıydı.

Hayır,olamaz diyordum. Biraz daha yaklaştığımda, ince parmaklarıyla yerde yatan bir el gördüm. Bu benim Elif’imindi. Yanına gittiğimde bunların hepsinin bir tesadüf olduğunu gördüm.

Yatan yaralı genç kız Elif değildi. Sevinmeli miyim, ne hissetmeliyim duygularım karmakarışıktı..

İstanbul’a vardığımda ilk iş Elif’i görmek oldu.

Onunla uzunca sohbet ettik, hatta bir gece sabahladık ve o gün babasının bana olan duygularını anlattı. Ben gittikten sonra, ilk suçu kendinde aradığını, sonra Demir’in mutsuz hallerinden kuşkulandığını, birkaç kez telefon görüşmelerine tanık olduğunu, orada yaşanan bazı tatsız durumları anladığını söyledi. Demir ona geçmişimizden hiç bahsetmemişti belli ki, derken bir şeyler yaşanmışsa da bana anlatılmamış, diyerek ekledi . En büyük bilgiyi evdeki hizmetlilerin aralarında konuştuklarında öğrendim dedi Zeynep. Babam seni üzmüş, ben de gidip babama hesap sordum, aramızda bugüne kadar hiç yaşanmamış şekilde bir konuşma geçti. Etraf dağıtıldı, o zaten dağınıktı ve odasından çıkarak, çalışanların işine son verdi.

Onu ilk defa öyle görmüştüm..

Sonra işte zaman dedi…

Haklıydı.

Zaman.

-Sonra ekledi; hatalar insanları büyütür mü ?

-Olgunlaştırır Zeynep.

Küçükken düştüğümüzde kanayan dizimize yardım isterken, büyüyünce zamanla kabuk bağlayacağını biliyoruz.

Kabuk çoktan düştü,

Zaman.

Yıllar geçti, benim yollum yine İstanbul’a çıktı ..

Gerçek olan şeyler, hiçbir zaman değişmezmiş..

Zeynep, Demir ve benim birleşme çanlarımız çalmıştı.….


NEMZA SİNANOĞLU
YAZARA E-POSTA GÖNDER

 

Diğer yazıları liste halinde görmek için tıklayın >

Favorilerinize ekleyinAnasayfaya dönPaylaşın
cosmoturk önerisi
GÜNLÜK FALINIZ
HAVA DURUMU
Anket
Aşk mı, Para mı?
Aşk
Para
>