>

RÖPORTAJ

Türkiye’ye Ruh Veren Haberci İsmail Küçükkaya

Mesleğinin 26. Yılında hem yazılı hem de görsel medyada milyonların takip ettiği bir isim ve başarılı bir haberci İsmail Küçükkaya…
 
   
 
 
     

Türkiye sizi çok iyi tanıyor ve seviyor ama İsmail Küçükkaya’yı bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Gazeteci, araştırmacı, yaklaşık yirmi beş yıllık bir habercilik serüveni… Ülkesine haberci gözüyle katkı sağlamaya çalışan bir yurttaşım. Yirmi iki yıllık yazılı basın kariyerimin ardından, son dört yılda da görsel medyada faaliyet gösteriyorum.

Peki, neden gazetecilik? Sizi bu mesleğe yönelten en büyük etken ne oldu?

Ortaokul ve lisede okurken kompozisyon yarışmalarına katılırdım ve hep okulun dergilerinde yazardım. Simav’da okulda küçük küçük dergiler olurdu. Kompozisyon yarışmalarında bir iki ödülüm de vardır. Kütahya Simav’ın yerel gazeteleri vardı; “Simav’ın sesi” orada çalışıyordum. Yerel medyada da çalıştım, bunların hepsi bir işaret aslında neden gazeteci olduğuma dair. Sonra da Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü kazandım. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarımda yerel medyaya ilgi duydum, aslında bunların hepsi bir işaretti. Tabii basın-yayın okuyan herkes gazeteci olmuyor. Ben üniversite birinci sınıfın sonunda başlamışım. Demek ki, okumayla birlikte götürmüşüm. Demek ki, habercilik içimde olan bir tutkuymuş. O da nedir? Gerçeği aramak, hakikati aramak, adaleti aramak, haksızlıklara karşı hakkı savunmak gibi temel değerler kişiliğimle de örtüştü ve eşleşti ki bu mesleği seçtim. İyi ki de seçmişim diyorum. Çok zor, çok meşakkatli ama buna rağmen iyi ki de seçmişim...

Çok yoğun bir temponuz var. Bu tempoda kendinize nasıl zaman ayırıyorsunuz?


Bir kere aslında yaptığım iş de kendime dair. Ben insanların hayatının, özel hayat ve iş hayatı olarak ayrılmasını uygun bulmuyorum. Bunun için tabii şöyle bir yaşam felsefesi gerekiyor; sevdiğiniz işi yapmanız gerekiyor ya da yaptığınız işi sevmeniz gerekiyor. Yani çalışmak; özel hayatımın dışında olan, sıkıcı, efor isteyen, fedakarlık isteyen bir hayat değil... Ben hayatı ikiye bölmüyorum; benim hayatım bir bütün; özel hayatım işime dahil, işim de özel hayatıma dahil. İşim, karakterime uygun ve tutkuyla yaptığım bir iş olduğu için, hayatta kendimi var etmenin bir yolu bu... Fakat bu tempoda nasıl dinleniyorsun diye sorarsanız; sevdiğim işi yaptığım için o da kendime zaman ayırmaya dahil olabilir, onun dışında da kitap okuyorum, şiir okuyorum, spor yapıyorum. Çünkü kendime, fiziğime, ruhuma, dilime, ne kadar özen gösterirsem ne kadar yatırım yaparsam hem kendime katkım artıyor hem de mesleğime yönelik verimliliğim artıyor. Yani böyle bir altın denge buldum hayatımın içinde ve hayatım boyunca da bunu uyguladım.

İletişim fakültesi öğrencilerine ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?


Aslında şunu söylemek gerekir; mesela gazeteci olmak isteyen arkadaşlarıma iletişim fakültesine girmeden önce başka bir bilim, başka bir disiplin okumalarını öneririm. Mesela hukuk, psikoloji, sosyoloji gibi temel eğitimler aldıktan sonra gazetecilik yaparlarsa bence onlar için çok daha faydalı olabilir. İletişim fakültesinde okumak tabii ki iyi ve önemli ama bence hukuk, psikoloji, sosyoloji, edebiyat, İngiliz Kültürü, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı gibi bir alanda uzmanlaşıp genel kültürde derinleşmek çok daha faydalı olur. Ama diyelim ki; iletişim fakültesinde okuyorlar, o zaman da mezun olacakları günü beklememelerini önce staj yapmalarını ardından hemen çalışmaya başlamalarını, okulla işi beraber götürmelerini tavsiye ederim. Artı muhakkak yabancı dil öğrenmelerini, çok kitap okumalarını ve bunları yaşam felsefesi haline getirmelerini öneririm. Bunlar her branşta böyledir ama özellikle gazetecilikte, habercilikte kesinlikle çok faydalıdır.

Sizce iyi bir iletişimci olmanın altın kuralı nedir?


Aslında sizin sorunuzun cümlesinde de bu yanıt var. İyi bir iletişimci olmanın yolu, formülü; iyi bir iletişimci olmaktır. Peki bu ne demek? İnsanlar arası ilişkilerde iyi olursanız, gazetecilikte ve diğer bütün alanlarda da başarılı olursunuz. Bence hayatın sırrı, sihri iletişimdir. Yani, biriyle karşılaştığınızda nasıl ilişki kuruyorsunuz, nasıl iletişim kuruyorsunuz? Etkileyici misiniz, inandırıcı mısınız, samimi misiniz? Bence hangi işi yaparsanız yapın, o ilk görüş, o ilk an çok önemlidir. Bu durum, özel hayat ilişkilerinde de böyledir... İlk anın büyüsü diye bir şey var. Aslında bir ilişkinin bütün kaderi ilk anda belli olur. İlk bakışta, ilk elektrikte… Gazeteciliğe, haberciliğe dayalı ilişkilerin de güvene dayalı olması gerekir. Hayatın en önemli meselesi bu bence . . . Karşıdaki ile güvene dayalı bir ilişkinin temelleri atıldıysa, ilişkini test edebiliyorsan o ilişki uzun vadelidir, sürdürülebilirdir ve o zaman sırtın yere gelmez.

Ankara’da Akşam gazetesinin tepesinden bir anda ekran yüzü oldunuz ve şu anda milyonlar sizi takip ediyor. Biri geleneksel medya, diğeri görsel medya ikisi arasındaki haz size ne anlam ifade ediyor? Ekranda olmayı mı tercih edersiniz yoksa gazeteyi özlüyor musunuz?

Bu çok önemli bir soru... Bana bunu benim bazı meslektaşlarım söyler. Ben gazeteciliği, gazete yönetmeyi aşkla yaptım, büyük bir tutkuyla yaptım. Zannediyordum ki, bir daha böyle mutlu olamam, beni bu kadar mutlu edecek bir iş hayatı bir daha olamaz diye düşünüyordum. Fakat sona daha çok mutlu oldum. Aslında hiç hesapta yokken yazılı medyadan görsel medyaya geçtiğimde aynı işi yaptım ben. Şöyle düşündüm; televizyonda nasıl fark yaratabilirim? Çok rakibimiz var, bütün kanallarda sabah haberi var ama ben tecrübesizim...Ne yaptım? Gazetede yaptığımı televizyona aktardım. Yani televizyon gazeteciliği yaptım, yorum yaptım. Gazetede yazı yazıyordum. Çok erken yaşlarımdan itibaren küçük televizyon yazıları yazmaya başlamıştım, gazetede yaptığım köşe yazısı gibi kendime özgü bir köşe ekledim. Gazetede gazete basıyordum, burada dijital gazete formatı getirdik. İlişkilerimle haber kovalıyordum, burada da ilişkilerimi televizyona yansıttım. Çok eski arkadaşım Nazlı Çelik diyor ki; “Sen aslında televizyoncuymuşsun. Bize gazeteden başka bir iş yapmam derken meğerse sen doğuştan televizyoncu gibiymişsin” diyor. İşin şakası bir tarafa ben tabii bu işi sevdim, Ben aslında şuna benzetiyorum. Sen bir teknik direktörsün, oyuncuların var ve bir takım kuracaksın, taktikler, stratejiler vereceksin ve öyle oyun planı kuracaksın ki kazanacaksın. Yıldızlar yaratacaksın ama şimdi yılların perde arkası birikiminden sonra perdenin önüne geçtin. Doğrudan izleyiciyle muhatapsın, e ben bunu da sevdim. Öbürüne ait bilgim de var, yani perde arkasında da çok uzun yıllar çalıştım, nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Şimdi ikisini birleştirdiğim zaman tabii televizyonda ortaya çıkan manzarayı çok sevdim. Bir defa halk çok sahiplendi, o büyü gibi bir şey... Her gittiğim yerde çok güzel karşılıyor insanlar, anneler, onların çocukları... Dolayısıyla bunu böyle sevdim ben... Hem gazetecilikte piştim, tadını aldım, doyumumu sağladım hem de televizyonda... Şu an yaptığım işten memnunum ve bundan sonra böyle devam etmek isterim.

Mesleğinizde doyum noktasına ulaştım diyebilir misiniz?

Evet. Çünkü ben çok genç yaşta köşe yazarı oldum, 30 yaşımdan itibaren köşe yazdım. 2013’e kadar aralıksız 13 sene… Bir de Ankara temsilcisi olmak çok istiyordum; çok genç yaşta Ankara temsilcisi oldum. Beş sene Ankara temsilciliğini üstlendikten sonra yine çok genç yaşta Genel Yayın Yönetmeni oldum, bunların hepsine doydum. Şimdi de dördüncü yılımdayım bu bunu da böyle sürdürmek istiyorum. Şöyle olayım, böyle olayım gibi bir derdim hiç olmadı. Bütün derdim; yaptığım işin mevcut halini daha da kaliteli, taklit edilemez, geçilemez yapmak ve sabah haberlerinde aşılamaz bir fenomen olmak... Benim bütün derdim bu, çünkü işimi çok seviyorum.

Dijital medyayı çok aktif bir şekilde kullanıyoruz, artık hayatımızın çok önemli bir yerinde. Siz geleneksel medyanın en iyi yerlerinde gazetecilikten ekranlara uzanan bir yoldan geldiniz. Hem gençlerin kullanımı anlamında hem de gazeteciliğin geleceği açısından dijital medyayı nasıl değerlendiriyorsunuz ?


İşte bunu da yine birleştirdim. Yazılı medyayla görsel medyayı birleştirdim. Dedim ya bence buna çalışmamız gerekiyor. Yazılı medyayla görsel medyayı birleştirirken bunun içine dijital medyayı da kattım. Bizim yayınımız üç saat, o üç saatin içinde sosyal medyayı da kullanıyoruz. Canlı olarak sosyal medya twitter, instagramdan gelen mesajları okuyorum. O da bize bir interaktivite sağlıyor. Yani yayında sizinle sohbet ediyorum, yorumunuzu, görüşünüzü, önerinizi, eleştirinizi okuyorum ve yanıt veriyorum. Böylece bütün medya branşlarını neredeyse programım içerisinde birbiriyle etkileşim halinde yapar hale getirdik. Bizim işimizin mekanizması bu...

Genç nesil artık gündem ile çok ilgili, sizlerin de sayesinde bir akım başladı. Bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Artık herkes kendi evinin gazetecisi…

Buna biliyorsunuz yurttaş gazeteciliği diyorlar. Mesela bugünlerde dikkat ederseniz bütün televizyon kanalları whatsapp ihbar hattı kurmaya başladı. Çünkü bütün televizyon kanallarının aynı zamanda böyle bir interaktiviteye ulaşması gerekiyor. Yani artık halktan kopuk olamazsın. Çünkü akıllı telefonlar elimizdeyse hangi marka olursa olsun, siz artık hem habere erken ulaşıyorsunuz hem de aslında bir haber kaynağısınız ve aynı zamanda haber merkezisiniz. Dolayısıyla oturduğunuz anda yanınızda bir olay olsa, bir yeri gidip görseniz fotoğraf çekip twitterda, facebookta, instagramda paylaşabilirsiniz. Bilgi, kültür, görgü ve haberleri paylaşarak yurttaş gazeteciliğini yaygınlaştırabilirsiniz. Buna biz şöyle diyoruz; “Bilginin ve haberin demokratikleşmesi”. Yani sizin artık zengin, fakir ya da çok eğitimli olup olmamanız hiç etkili ve önemli değil. Artık herkesin elinde telefonu var hatta birçok insanın iki telefonu var...

Bundan sonra ekranda ya da gazete anlamında farklı projeleriniz olacak mı?

Dört yıldır sabah haberi yapıyorum ama bu dört yılda bile yaptığım şey her yıl farklılaştı. Mesela Türk basınının sorununu yaratıcı olamamak olarak görüyorum. Bence, bizim medyamız yaratıcı değil, hazır şablonlara göre hareket ediyorlar. Akşam gazetesi benim geldiğim dönemde ortalama bir gazeteydi. Dedim ki; “Bu gazetenin manşetleri değişecek, diğer gazetelerle aynı manşetle çıkmayacağız”. Değiştirdim, çünkü dikkat edin Türkiye’de bir bakıyorsunuz bütün gazeteler aynı manşetle çıkıyor. Şimdi televizyonlarda da böyle oluyor. Mesela geldiğimde benden önceki arkadaşı taklit etseydim ya da başka rakiplerimi taklit etseydim ne olurdu? Ben şunu yaptım ve dedim ki; “Ben İsmail Küçükkaya olarak bir bireyim. Her birey gibi benim de kendi rengim, ruhum, kendi hikayem var; kendi iş yapış biçimim ve o iş yapışı söyleyiş biçimim var. Kendime özgü, şahsıma münhasır olmam gerekiyor”. O zamanlar sabah haberlerinde kitaptan bahsedilmiyordu, ben her gün kitap tanıtmaya başladım. Şiir okunmuyordu, şiir okudum. Çiçek koydum, kır çiçekleri... Hatta mavi balık koymaya başladım. Bunun dışında güzel müzikler koymaya başladım. Ben orada ne yapıyorum? Çayımı içiyorum, sohbet ediyorum ve haber veriyorum. Haber vermek benim işimin özü. Ondan taviz veremezsiniz... Senin işin, yabancıların core business dedikleri, işin özü gazetecilik. Onu yapmayıp öbürlerini yaparsan şov olur, sen de showman olursun. Fakat ben diyorum ki; “Benim işim gazetecilik, ben habercilikle iyi olacağım ama bunun dışında da işimi renklendireceğim”. Çünkü üç saatlik bir program ve Türkiye’yi sen uyandırıyorsun, sabahın en erken saatlerinden 10’a kadar Türkiye’ye ruh veriyorsun.

Bu zamana kadar mutlaka ilginç anılar biriktirmişsinizdir. Aklınızda kalan, gazetecilikle alakalı size de kendinizi iyi hissettiren en önemli ve ilginç anınız hangisi?

Valla çok var tabii 26 yıllık bir kariyerde... Mesela televizyonda ikinci yılımdaydı, onu hiç unutamıyorum. Yayın tam 6.45’te başlarken yönetmen dedi ki; “Abi sistem çöktü”. “Ne demek sistem çöktü”? “Şu demek; hiçbir haber bandı giremiyoruz”. “Yedeği var mı”? “O da çöktü” dedi. Şimdi kendinizi benim yerime koyun, daha ikinci yılım... 6.45’ten 10’a kadar üç saat on beş dakika sadece konuşacaktım. Çünkü ekrana fotoğraf veremiyorsun, sistem yok olabiliyor ki oldu da... Ne yaptık biliyor musunuz? Tam üç saat on beş dakika konuştum. Elime gazete aldım ve okudum, yorum yaptım, haberleri kendim anlattım. Kitap vardı, şiir okudum. Nutuk vardı, nutuk okudum. Sonra yayın yönetmenimiz “Seninle gurur duyuyorum” dedi. Reyting çökecek kimse izlemez dedim. “Biraderim hiç etkilenmez” dedi. “Niye? Seni izliyorlar onlar” dedi ve gerçekten benim reyting ortalamam aynı çıktı, milim azalmadı. Bu da, unutamadığım anılarımdan biri oldu...

Peki, siz Ankara’yı da çok iyi biliyorsunuz İstanbul’u da... İkisini kıyasladığınız zaman özlüyor musunuz Ankara’yı?

Ben Ankara’yı çok seviyorum. Kız kardeşim Semra bugün yayını izlediğinde televizyonda “Ankara’dayken abime bak ne kadar mutlu, ne kadar huzurlu” demiş. Ankara benim evim, kariyerimin doğduğu Başkent. Bir kere Başkent olduğu için çok seviyorum, evim olduğu için çok seviyorum... Mesela, Ankara’da ulaşım çok kolaydır; eviniz, spor yaptığınız yer, kitap okumaya gittiğiniz yer, yemek yemeye, kahve içmeye gittiğiniz mekanlar… Böyle bir anda dolanırsınız Ankara’da, o da insana müthiş bir rahatlık verir. Mesela İstanbul’da randevu verirken kolay kolay saatini bile tutturamazsınız, en az iki saat eklemeniz gerekir... Bu yüzden Ankara’yı seviyorum.


Röportaj: İpek Güven

 

Favorilerinize ekleyinAnasayfaya dönPaylaşın
cosmoturk önerisi
GÜNLÜK FALINIZ
HAVA DURUMU
Anket
Aşk mı, Para mı?
Aşk
Para
>