>

DİĞER HABERLER

Dostum küçük gri şövalye

"Milyonlar içinde yalnız kalmak… Mümkün müdür? Azımız için geçerli de olsa, cevap evet! Peki iyi midir, istenir mi; ya da isteyerek yaşanır mı? Orası bir muamma…" İlknur Akgül Ardıç'in yeni yazısı...
 
   
 
 
     
Milyonlar içinde yalnız kalmak… Mümkün müdür? Azımız için geçerli de olsa, cevap evet! Peki iyi midir, istenir mi; ya da isteyerek yaşanır mı? Orası bir muamma… Ancak kanımca bir gerçektir ki, milyonlara benzemektense; üç-beş kişiye benzemek yeğdir. Yalnız en kötüsü günün birinde yalnızlığınla başa çıkamamak ve artık içinden de olsa sadece kendinle konuşabildiğinin farkına varmak; daha da kötüsü gerçekle olmayanı ayırt edememe kaygısına kapılmaktır.

Böylesi kaygılara kapılmış birine son kez, yakın bir süre önce rastladım. Akşam iş çıkışı bindiğim servisin önünde servisin kalkma saatini bekliyordum. Ben de serviste yeni olduğum ve açıkçası kafama uyan insanların olmadığını fark ettiğim için de durumumdan pek de hoşnut olmadığım bir modda iken, arkamdan gelen kızgın bir sesle resmen irkildim.

“Pardon ama bu servisteki koltuklar bazı insanlar tarafından rezerve edilmiş durumda mı?”
Sesin geldiği yere döndüğümde uzun boylu, çatık kaşlı, temiz yüzlü bir çocuk gördüm. Servis şoförüne sesleniyordu. Neden kızgın olduğunu birazdan anlayacaktık elbet ama o anda ben de açıkçası merak etmiştim bu çıkışın sebebini. (Daha sonra yeni kankam olacağını o anda tahmin etmedim desem yalan olacak. Ne de olsa kanımızda hala Anarşizm var.)

“Tabi ki hayır, neden?” dedi servis şoförü İlhan.
“Ne bileyim” dedi çocuk. “Nereye otursam oranın bir sahibi varmış gibi davranılıyor. Benim boyum uzun olduğu için koltuklara sığamıyorum ve serviste rahat edemedim.” Ben de arkada dönen geniş çaplı “geyik muhabbetinden” bir nebze de olsa kaçabilmek için en öne oturuyordum ve hemen atladım. “İstersen önde otur. Orası daha rahat!”

Kaşlar hala çatıktı ama ikna olmuştu. Servis kalkınca söylenmeleri hala devam ediyordu. Arkada oturan birkaç aklı evveli kast ederek, ne kadar salak olduklarını; üstelik de yüksek sesle ve ne kadar bomboş konuştuklarını anlatıyordu ki, söyledikleri tamamen doğruydu!

…………………………………………….

Aradan geçen günler içinde Atıl’la ben, Muppet Show’daki locada oturan ve herkesle dalga geçen iki yaşlı ihtiyara dönmüştük. Akıllı biriydi; çünkü toplumda yanlış giden pek çok konu ile ilgili kafasında soru işaretleri vardı ve paylaşmaya aç her akıllı insan gibi sorularının cevaplarını arıyordu. Bu soruların cevaplarını ise bana, yani zekasına ve alt yapısına güvendiği ve cevapları bileceğinden emin olduğu daha deneyimli birine soruyordu. Belli ki artık bu soruları kendi kendine sormaktan yorulmuş, içinden çıkamayacağını fark etmişti.

Bu durumun farkında olmam bana gurur verse de bir o kadar üzmüştü. Çünkü… Ben pek çok şeyin cevabını aramayı çoktan bırakmıştım; çünkü cevap koca bir “0”dı! Ben…

- Güzel kadınların öküzden bozma paralı adamlarda ne bulduğunu,

- İnsanların boş muhabbetlerle kendilerini nasıl tatmin edebildiklerini,

- Bir kadının hayatında bir erkek olmadan neden yaşayamayacağını ve kendi kendine var olmayı neden beceremediğini,

- Adı herkes tarafından bilinen ancak beş para etmeyen bu kadar insanın var olma sebebini,

- Ezici çoğunluğun sırf kendilerine benzemediği için iyi-kötü ayırtına varamadan insanları aşağılamağa olan meraklarını,

- Empatiden korkmalarını,

- Kendi aşağılık yanlarını başkaları üzerine yaptıkları mastürbasyonlarla örtmeye neden bu kadar meraklı olduklarını,

- Kendilerine doğru olarak benimsetilmeye çalışılan “karaları” “ak” olarak görmeyi nasıl başarabildiklerini,

- Bir insanın hayatı boyunca neden mutlaka bir “eş”, “ev”, “araba” ve “çocuk” sahip olması gerektiğini,

- Kendilerini “alçak”, “bencil”, “aşağılık”, “anlayışsız”, “duyarsız”, “bencil”, “kültürsüz”, “saygısız” ve “dibine kadar kör” kılmayı nasıl becerdiklerini…

Hala anlayamıyordum ki?

Atıl’ın da zaten günün birinde tüm bunlara anlam verebileceğine ihtimal vermiyorum. Ama o daha bu durumun farkında değil; tıpkı toy İlknur gibi. Ne yazık ki ileride hayat ona, bana yaptığı gibi sorgulamaktansa küsmeyi, acımayı ve iğrenmeyi öğretecek. Tüm direnmelerime rağmen bana yaptığı gibi…

……………………………………..

Atıl’la artık görüşemiyoruz, paylaşımlarımız, dayanışmamız sona erdi! Çünkü artık servise binmiyor. Ancak bundan sonra da onun için kaygılanmaya devam edeceğim. Sorularına ömrü boyunca cevap bulamayacağını bildiğim için… Keşke durum hepimiz için tersine dönebilseydi ve biz de kendimizi toplumdan bu kadar uzak hissetmeseydik. Keşke onun bana hediye ettiği oyuncak “KÜÇÜK GRİ ŞÖVALYE” canlanabilse ve hayatımızı daha yaşanılır kılabilse; bizim için savaşsa. Keşke… Keşke savaşmadan mutlu olabilsek ve “savaşmak” zorunda kalmasak. Hatta kendi gölgemizle bile…

"NE ZAMANKİ BİZE ATILAN KAHKAHALARI CİDDİYE ALIRIZ,
İŞTE O ZAMAN SONUMUZ GELMİŞ DEMEKTİR…"
DON KİŞOT



Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına,
bir Temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının :
önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun, fakat kahraman Rosinant'ı.
Bilirim,
hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın, elbette senin Dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün,
sen, elbette bezirgânların suratına haykıracaksın bunu,
alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek...”
NAZIM HİKMET RAN

İçinizdeki Don Kişot’un hiç ölmemesi dileğiyle…


İlknur Akgül Ardıç
ilknur@cosmoturk.com




Favorilerinize ekleyinAnasayfaya dönPaylaşın
cosmoturk önerisi
GÜNLÜK FALINIZ
HAVA DURUMU
Anket
Aşk mı, Para mı?
Aşk
Para
>